Basından
'Cuma Dergisi'

Toplum körebe oyunlarından kurtulamadı

Cuma Dergisi / 13.01.1995

Bir tiyatro işçisi, eşya taşır, sahne kurar. Bir yazar, bir fikir adamı. Bir oyuncu, bir yönetmen. Daha da önemlisi bir güzel insan. Öksüzün acısını, yetimin duygusunu, varlığın yokluğunu yaşayan, kalabalıkların kimsesizi. Ağarmış saçı ve sakalıyla yıllardan beri seyircisine mahşeri anlatan bir küçük adam. Hasan Nail Canat...

S: Evet sevgili Cuma dostları, doğrunun ve güzelin takipçisi kıymetli okuyanlar. Bu haftanın konuğu yine hepimizin ismine aşina olduğu Hasan Nail Canat. Peki Canat'ı ne kadar tanıyoruz. İşte bu soruya Canat'ın cevabı.

C: 1943 yılında Kayseri'de doğdum. Din adına mücadeleyi ilk öğrendiğimiz kişi babamdı. O zaman eğitmen olan babam, beni okutmak ve iyi bir vaiz yetiştirmek gayesiyle şehre taşınmıştı. Ama benim kürsü adamı değil, sahne adamı olacağım ilkokul sıralarındayken belli olmuştu. Babam beni o yaşlarında şehrin en meşhur vaizleri ile tanıştırmıştı. Ben vaizleri dinleyip evde onları taklit ederken, babamı gayesi doğrultusunda ümitlendiriyordum. Ama aslında doğal kabiliyetimi gösteriyordum. Tiyatronun "büyük sanat" olduğunu farketmem İmam-Hatip lisesi sıralarında başladı. Öğrenim yıllarında katıldığım her sosyal faaliyette tiyatroya biraz daha ısındığını hissediyordum. Bu sevgi 1966 yılına kadar, her gün artan bir heyecanla amatör bir çizgide devam etti.

Yaşadığımız dönemin en büyük ve en önemli kalem erbabı olarak tanıdığım Necip Fazıl Kısakürek'in eserleriyle, tiyatroda ne yapmam gerektiğini anladım diyebilirim. Üstad bu konuda sorduğum bir soruya "İlkokul kadrosuyla da olsa birilerinin çıkması lazımdır" ikazı benim bu kararı vermemin en büyük etkenidir. Evliyim, çocuklarım var. Kirada oturuyorum, yeni yeni midemiz sıcak çorba görüyor, ekmek yine zamlanmış, tiyatro karın doyurmuyor, ama o ekmeği alabilmek için oynuyoruz. Buna da şükrediyoruz, çünkü bizim amacımız, nefsimizi tatmin değil, kul olarak, insan olarak üzerimize düşen tebliğ görevini, karınca kaderince, dilimiz döndüğünce satır arasında da olsa bir mesaj verebilmek. Seyirciye dün, bugün, yarın ne olabileceği, nasıl olabileceği noktasında sorular sordurabilmek. Hepsi bu.

S: Tiyatroya başlamanız bir hayli zor olmuş. Ailenizden ve çevrenizden epey tepki görmüşsünüz, bütün engellere rağmen yine tiyatro diyerek bugünlere kadar geldiğinizi söylüyorsunuz. Nasıl bir dönemden geçtiniz?

C: Evet, belli bir noktaya kadar başkalarının kararlarıyla yönlenen hayatımı, ince hesaplar yapmadan kesiverdim. Teknisyen olarak çalıştığım fabrikayı, tiyatro sözünden ürperen çevremi, istikbalimle oynadığımı iddia eden dostlarımı, hatta endişelerimi, bir anda elimin tersiyle itip, yeni belirsiz bir hayata başladım.

S: 1967 yılında Altın Sahne Topluluğu'nu kurdunuz ve 038 adlı kendi yazdığınız oyunu oynadınız. Ama hitap ettiğiniz seyirci sizden farklı şeyler bekliyordu. Neydi bunlar?

C: 038 bir tiyatro denemesiydi ama bize sahip çıkması gereken dernekler daha ciddi konular ve açık mesajlar istiyordu. Halen kurtulamadığımız çıkmaza o zaman düştüm. Benim hitap ettiğim çevre, sanattan ziyade slogan istiyordu, heyecan istiyordu. Bu istekler bizi sahneden indirmedi ama ağzımın tadıyla tiyatro yapmamıza da fırsat vermedi.

S: Muhtıralarla ve ihtilallerle sizin başınız pek hoş değil. Her muhtıra ve her ihtilal benim için yapılıyor dersiniz. Elbette bu olumsuz harekatlardan bütün toplam etkilenir ama sizin bir ayrıcalığınız mı var da, kendi üstünüze alınıyorsunuz?

C: Bütün muhtıralar ve ihtilaller benim için yapıldı. Bu muhtıralardan çektiğim kadar hiçbir şeyden çekmedim. 1971'de "Dilsiz Şeytan" adlı oyunu İstanbul'da sahneye koydum. "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" hadis-i şerifinden yola çıkarak hazırladığım bu oyun da çok tutuldu, çok seyirci topladık ama para kazanamadık. Çünkü 12 Mart darbesi geldi. Bu darbeyle dernek faaliyetleri ötesine geçmeyen, tiyatro faaliyetimiz yarı yolda kalmıştı. Evime beş para bırakamadığım aylar sonrası, yine beş parasız dönmüştüm. Kısacası, her dönemde elimde avucumda ne varsa kaybettim ve sefilleri oynadım. Elbette o zaman ihtilaller ve muhtıralar benim için yapıldı demek hakkım doğuyor. Yani gülüyorsunuz ama gerçekten çekmeyen bilmez. Belki pek çok insanın canı yandı, acı çekti ama zaten benim yüzüm hiç gülmedi, bunlar da hiç güldürmedi. O nedenle sefalet yıllarım olan o günleri hiç unutamıyorum. Alkışlardan ve övgülerden sonra evinizin merdivenlerini parasız ve işsiz çıkmak nedir biliyor musunuz? Ne siz yaşayın, ne ben, ne de başkası.

S: Evet, bu dileklerinize katılıyorum. Anlaşılan sizin hayatınızda sefaletten başka bir şey yok. Bütün engellere rağmen ısrarla tiyatro yapıyorsunuz. Sağlığınız bozulsa bile. Ki öyle de olmuş, çok ağır bir hastalık geçirmişsiniz ama her şeye rağmen insanlara satır aralarında da olsa doğru olanı anlatabilmek için bu çektiklerinize katlanılır mıydı? Bunu hiç düşündüğünüz oldu mu?

C: Hangi hastalığımdan söz ediyorsunuz bilmiyorum ama en önemli saydığımı anlatarak cevap vermeye çalışayım. Merhum Necip Fazıl'ın emriyle Abdullah Kars'ın sahnelemeye hazırladığı "İbrahim Ethem" adlı oyunda rol almaya karar verdim. Üstad, yazıp Abdullah Kars'a verdiği bu oyunu üç kişinin oynayabileceğini, bu üç kişinin tecrübeli ve kabiliyetli olması gerektiğini söylemiş. Onu kıramaz ve bu emrini geri çeviremezdim. Abdullah Kars, o günlerde Şeyh Şamil adlı oyunu oynuyordu, rol alacağımı, kendilerinin bu oyuna turnede hazırlanacaklarını, benim de bu oyuna hazırlanabilmem çin önce Şeyh Şamil'den bir rol almam gerektiğini söyledi. Böylece bu oyunda görev alarak turneye çıktık. Bu oyunda hayatımın en ağır ve ciddi hastalığına yakalandım. Günden güne güçten düşüyor, eriyip gidiyordum. Doktora gittim, astım başlangıcı dedi ve bana aylardır yanlış tedavi uygulamış, bakın orada da bir çile daha yaşadım. Her neyse, bir başka doktora gittim, "zatülcenp" teşhisini koydu. Yıllarca direnişimin, sabrımın, diş sıkmamın, her sefalete göğüs germemin sonu gelmiş, pilim bitmişti. Kolumu kaldıracak mecalim kalmamıştı, iskelet üstüne yapılmış deri resmi taşıyan bir fiziğim vardı. Altı ay yatağa bağlandım. İlaç parası için bir bir evimin eşyalarını sattım. İlk defa zekat kabul ettim.

S: Efendim, sizleri gerilerden alarak bugünlere getirmek istiyorum. Artık şu sefalet yıllarından söz etmeyelim. Çünkü okuyucuyu sıkabiliriz. Elbette acınızı paylaşıyoruz ama siz de zor anlatıyorsunuz. İsterseniz günümüze dönelim. Şimdi diyeceksiniz ki, bugün o günden farklı değil ki, bugünü konuşalım. Haklısınız ama başka bir konudan söz etmek istiyorum. Biliyorsunuz, Kültür Bakanlığı'nın tiyatro ve sinemaya destekleri oluyor, hatta sanatçılara bile fert fert yardım yapıyorlar. Siz de bir TC vatandaşı ve sanatçı olarak bu yardımlardan alabildiniz mi?

C: Doğrusu ben de konuşmak istemiyorum ama gelip gelip damarıma basıyorsunuz, beni anlattırmak zorunda bırakıyorsunuz. Bakın bu sorunuzla bile isyanları oynattıracaksınız. Devlet bale ve operaya trilyonları ayırırken, tiyatroya dört milyar ayırıyor. Yardım edeceği gruplarla oyunların listesi ise 1995 yılı bütçesi hazırlanmadan bellidir. Biz hiçbir zaman kaymak yiyemedik. Milletin bütünlüğünü, vatanımızın sınırlarının muhafazasını savunduğumuz ölçüde de yardım alamayız. Çünkü bugünkü Kültür Bakanlığı'nın yardım ettiği oyunlara ve gruplara baktığımız zaman, her şey açıklıkla ortada gözükecektir. Toplumumuzun yapısına uymayan, insanımızı kendi gerçeğinin dışında mülahaza eden ne kadar sanatçı ve yazar varsa, destek onlara. Ayrıca sanatçılara yapılan devlet desteği, bağımsız sanatçılarla resmi ideolojiyi barıştırmak, onlara karşı düzeni sevdirmek, sanatçıyı düzenin savunucusu, reklam papağanı haline getirmek maksadı ile yapıyorlar. Biz nasıl nasiplenelim, damgamuz her yerden gözüküyor.

S: Şimdiye kadar oynadığınız oyunların hepsinde de seyircinizi nefs muhasebesine davet eden mesajlar verdiniz. En son oyununuz ise "Bana Mahşeri Anlat" adını taşıyor. Oyun hakkında kısa bir bilgi verir misiniz?

C: Bana Mahşeri Anlat adlı oyunumuzun müziklerini Abdülbaki Kömür, sahne düzenini Fatih Mehmet Koç, ışık ve ses düzenini de Birol Cürgül yaptı. 2 perde 7 bölümden oluşan bu müzikli dram; evine, çocuklarına, torunlarına yük olmaya başlamış, hatta değer yargılarını kaybetmiş eski bir İstiklal Savaşı gazisinin trajedisini anlatmaktadır. Köyünden toprağından koparılıp, büyük şehirde bir apartmana sıkıştırılan bu eski mücahidin, bu saf kahramanın, kurtardığını zannettiği zaferini arayışının trajikomik hikayesi anlatılıyor. Oyun baştan sona bir duygu sağanağı. İlk dakikalarda komedinin ağırlıkta işlendiği hissini uyandırıyor. Ancak ilerleyen sahnelerde, günümüz insanının asıl yüzünü ortaya çıkarıyor. Manadan uzaklaştıkça asıl benliğini kaybetmeye başlayan, maddenin tahakkümü altındaki insanımızın durumunu sergiliyor.

S: Bir değişiklik yapmazsanız, sıradaki oyununuz "Panzehir Osman'ın Kahvesi"ne ne zaman başlıyorsunuz?

C: Evet, bundan sonraki oyunumuz "Panzehir Osman'ın Kahvesi" adını taşıyor. Toplumun bütün kesimlerinden birer örneği bu kahvede topluyoruz. Eğrisiyle, doğrusuyla herkesin sesini ve düşüncesini sergiliyoruz. Ramazan ayı içerisinde provalara başlayacağız. Bayramı müteakip de sahnelemeyi düşünüyoruz.

S: Peki efendim. Şimdiden başarılar diliyorum. Kolay gelsin.

C: Teşekkür ederim. Yalnız bir şey söylemek istiyorum. Bu oyunumuzu mutlaka seyredin. Çünkü orada sizlere de çok taş var. Bizlerin medyaya çıkacak ne parası var, ne pulu, ne ağamız, ne de paşamız var. Zaten medyanın bir kısmı bize kapalı. Açık olanlar da maşallah birer satırla geçiştiriyorlar. Fakat Vakit Gazetesi ve Cuma Dergisi'ne burada teşekkürlerimi iletmek isterim. Doğruları elbirliğiyle anlatmak vazifemizse, birlikte hareket etmeliyiz değil mi?

Röportaj: Hüseyin Öztürk

Kaynak: Cuma Dergisi
Bu haber defa okunmuştur.